Bir süredir sık kullanıyorum metroyu. Görmek istiyorum: “Ne getiriyor bize?” Ulaşım işlevi değil sözünü ettiğim. Kültür, yaşama biçimi, metropol klasiği olarak... Başlangıçta sevinmiştim. Metroda gazete okuyanları görmüştüm. Ama bu gündüz manzarasıydı. Akşamları ise manzara başka. 4.Levent, Levent derken metroya binen ve yaşları 15-20 arası değişen bir kesim fark ettim. Hepsinin üzerinde benim ıskaladığım bir tarz vardı. Hepsinin saçları şekilli. Ucuz jölelerle kotarılmış tarzlardı bunlar ama bir tarzdı. Peki neyin tarzı? Galiba son yılların, özellikle Amerikan kaynaklı kliplerdeki sterotiplerin küçük yansımaları.
Metroya biniyorlar. Bir sonraki istasyonda daha da artıyor sayıları. Gürültü yapıyorlar. Yer altından akıyorlar Taksim’in yer üstüne. Onlara vadedileni keşfe gidiyorlar Taksim’e, hak ettiklerini düşündükleri bir ganimeti paylaşmaya. Sınıfsal bir engel yok gözlerinde çünkü sınıfsal bir boyut yok. Dizilerdeki, filmlerdeki, kliplerdeki sterotipler edasıyla fırlıyorlar sahneye.
Gürültü yapıyorlar: “Ey ahali biz geldik ve istediğimiz gibi asılır, bağırır, dikkat çekeriz.” Sistemle bir sorunları var mı yok mu bilmiyorum. Eğitim durumlarını bilmiyorum. Sadece “Nereden çıktı bu kötü kopyalar?” diye düşünüyorum. Nasıl çıktı bu özentiler? Bunlar kim? Ne hissediyor ne istiyorlar?
Ve sonra nedense yılbaşı gecesi Taksim’de kameraların objektifleri önünde yaşanan taciz skandalı geliyor gözlerimin önüne. Bunca kamera önünde yapılan bu taciz daha tenha bir ortamda neler olabileceğini haber veriyor. Biraz daha az göz olsaydı üzerlerinde şehvetin ve erkeklik egolarının salyasıyla neler yaparlardı kimbilir?
Ama şunu unutmamak gerek: Bu şarjörler boş salınmamışlardı meydanlara. Hergün TV’lerde gazetelerde kadının her dakika iç gıcıklayıcı bir et olarak sunulduğu bir kültürden gelen, buna karşılık yaşama ortamlarında bir kadınla flört ( ama eşitlikçi yani adil bir ilişki mahiyetinde bir flört) imkanından teğet bile geçemeyen kitleler, bakalım çaresizlikleri, amaçsızlıkları ve ideolojisizlikleriyle daha ne gibi haberlere konu mankeni olacaklar.
Ve medya... Her an her yerde onları asarken, acaba kendi pazarladığı ete ne kadar seyircisiz kalacak. Adına magazin bile denilemeyecek bir dünyanın her türlü dejenere ilişkisini detaylandıra detaylandıra aktaranlar, içi tümüyle boşaltılmış gecelik ilişkileri soruşturmacı gazetecilik edasıyla yakalamaya çalışanlar, adeta skor yarışına dönmüş bir macera arayışını ister istemez yüceltenler... Kimse garanti edemez açılan yoldan kimin ne kadar ilerlemek isteyeceğini.
Şubat 2005
Henüz girmiş 13, 14 yaşına
Metrodayım
Bir süredir sık kullanıyorum metroyu. Görmek istiyorum: “Ne getiriyor bize?”
Ulaşım işlevi değil sözünü ettiğim. Kültür, yaşama biçimi, metropol klasiği olarak...
Başlangıçta sevinmiştim. Metroda gazete okuyanları görmüştüm. Ama bu gündüz manzarasıydı. Akşamları ise manzara başka. 4.Levent, Levent derken metroya binen ve yaşları 15-20 arası değişen bir kesim fark ettim. Hepsinin üzerinde benim ıskaladığım bir tarz vardı. Hepsinin saçları şekilli. Ucuz jölelerle kotarılmış tarzlardı bunlar ama bir tarzdı. Peki neyin tarzı? Galiba son yılların, özellikle Amerikan kaynaklı kliplerdeki sterotiplerin küçük yansımaları.
Metroya biniyorlar. Bir sonraki istasyonda daha da artıyor sayıları. Gürültü yapıyorlar. Yer altından akıyorlar Taksim’in yer üstüne. Onlara vadedileni keşfe gidiyorlar Taksim’e, hak ettiklerini düşündükleri bir ganimeti paylaşmaya. Sınıfsal bir engel yok gözlerinde çünkü sınıfsal bir boyut yok. Dizilerdeki, filmlerdeki, kliplerdeki sterotipler edasıyla fırlıyorlar sahneye.
Gürültü yapıyorlar: “Ey ahali biz geldik ve istediğimiz gibi asılır, bağırır, dikkat çekeriz.” Sistemle bir sorunları var mı yok mu bilmiyorum. Eğitim durumlarını bilmiyorum. Sadece “Nereden çıktı bu kötü kopyalar?” diye düşünüyorum. Nasıl çıktı bu özentiler? Bunlar kim? Ne hissediyor ne istiyorlar?
Ve sonra nedense yılbaşı gecesi Taksim’de kameraların objektifleri önünde yaşanan taciz skandalı geliyor gözlerimin önüne. Bunca kamera önünde yapılan bu taciz daha tenha bir ortamda neler olabileceğini haber veriyor. Biraz daha az göz olsaydı üzerlerinde şehvetin ve erkeklik egolarının salyasıyla neler yaparlardı kimbilir?
Ama şunu unutmamak gerek: Bu şarjörler boş salınmamışlardı meydanlara. Hergün TV’lerde gazetelerde kadının her dakika iç gıcıklayıcı bir et olarak sunulduğu bir kültürden gelen, buna karşılık yaşama ortamlarında bir kadınla flört ( ama eşitlikçi yani adil bir ilişki mahiyetinde bir flört) imkanından teğet bile geçemeyen kitleler, bakalım çaresizlikleri, amaçsızlıkları ve ideolojisizlikleriyle daha ne gibi haberlere konu mankeni olacaklar.
Ve medya... Her an her yerde onları asarken, acaba kendi pazarladığı ete ne kadar seyircisiz kalacak. Adına magazin bile denilemeyecek bir dünyanın her türlü dejenere ilişkisini detaylandıra detaylandıra aktaranlar, içi tümüyle boşaltılmış gecelik ilişkileri soruşturmacı gazetecilik edasıyla yakalamaya çalışanlar, adeta skor yarışına dönmüş bir macera arayışını ister istemez yüceltenler... Kimse garanti edemez açılan yoldan kimin ne kadar ilerlemek isteyeceğini.